Perperoglou ismini ilk kez duyduğumda televizyonda Türk Telekom’un Panionios ile oynadığı maçı seyrediyordum. Maçı anlatan kişi oyuncuyla ilgi olarak her hangi bir açıklama yapmıyordu, ‘perperouglu’na bir kez bile ‘berberoğlu” demedi, isim benzerliğine dikkat çekmedi, ancak BERBEROĞLU ismi ağzıma pelesenk olmuştu.
Panionios’da geçen üç sezonun ardından Yunanistan ile Avrupa basketbolunun ünlü kulüplerinden Panathinaikos’a transfer olan Berberoglu’nun ilk adından dolayı Batı Trakya Türklerinden olamazdı.
Ancak, kimdi bu Türkçe soyadlı basketbolcu?
1924’teki Türk-Yunan nüfus değişiminde dinin esas alındığını, Anadolu’daki Ortodokslar ile Batı Trakya ve Rumeli’deki Müslümanların konuştukları dile bakılmaksızın karşılıklı olarak göç ettirildiklerini okumuştum.
COGİTO OSMANLI ÖZEL SAYISI
İlk işareti, başucu kitabına dönüşen COGİTO’nun Yaz 1999 tarihli Osmanlı Özel Sayısı’nda gördüm. Ahmet Kuyaş ile konuşan Cemal Kafadar’ın aşağıdaki açıklaması Ortodoks Karamanlılar üzerine ilgimin yoğunlaşmasına neden oldu.
“…Mesela Karamanlılar (Karamanlides)… genel olarak söylenen, onların dil açısından Türkleşmiş, Anadolulu Ortodoks Hıristiyanlar olduğuydu. Bunu kabul etmeyenlerin tavrı son zamanlarda biraz daha ön plana çıktı. Yani “ belki de Karamanlılar tam olarak Müslümanlaşmadan Anadolu’ya gelmiş ve burada Ortodoks Hıristiyan olarak din değiştirmiş olabilirler ” görüşü bence önemli. Bu soruyla uğraşmak gerekir. Mesela Kıpçak Türkçesi konuşan Ermeni kilisesine mensup cemaatlar de var. Bugün Polonya’da ‘Ermeno-Kıpçak’ diye bir hadise var. Bu Karamanlılara çok benziyor. Oğuzca konuşan Ortodoks Hıristiyanlar ve Kıpçakça konuşan Ermeniler… Bu konuyu yorumlamakta o kadar aceleci olmamak gerektiği kanısındayız şimdilerde.”
Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’a destek olan Türk Ortodoks Patriği, 2002’de ölen üçüncü patrik Selçuk Erenol ve onun açıklamaları, Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini başlıklı kitabıyla tanıdığım İngiliz yazar Louis de Bernieres’in Kanatsız Kuşlar adlı kitabına mekan olan yerler ile Ergenekon kapsamında göz altına alınan Sevgi Erenol…
Merak bir kez depreşmişti, mutlaka karşılanmalıydı.
Mülkiye’nin arka bahçesinedki café-kitapçıyı gezerken Yonca Anzerlioğlu’nun 2003 basımı Karamanlı Ortodoks Türkler kitabını görünce kırk yıllık dostuma rastlamış gibi oldum. Kapağı kahverengi birinci hamura kağıda basılmış, fotoğraflarla bezenmiş kitabın daha nelerin kapısını çalacağını tahmin bile edemiyordum.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyan Batı ve özellikle Protestan Amerikalılarca Anadolu’da yürütülen asimilasyon çabalarıyla ilgili beş bulgu ile kapıyı aralayalım.
BEŞ BULGU
1. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Anadolu’yu mesken tutan ABCFM American Board of Commissioners for Missions üyesi olan Amerikalı Protestan misyonerlerin hedefinde Grek, Ermeni ve Asuriler bulunuyordu. Cahil ve sözde Hıristiyan olan bu topluluklar içinden Gregoryan Ermeni azınlığın protestanlaştırılması faaliyeti Ermeni cemaatini bölüp kargaşaya sürükler, aralarından ayrılıkçı unsurlar çıkar.(1)
2. ABCFM’nin Arapgir şubesinden Dunmore’in Ekim 1854 tarihli mektubunda “…Gerçekten de olağanüstü insanlar ve ilgimizi hak ediyorlar. Her ne kadar Müslümanlar onları kendilerinden saysalar da onlar Muhammet’in takipçisi değiller. Onlar Tanrı’nın oğlu İsa’ya inanıyorlar, en azından bilebildikleri kadarıyla... Hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman Müslümanlar gibi namaz kılmıyorlar, oruç da tutmuyorlar. Kendilerine özgü insanlar ve İncil’in mesajına açıklar... Bazı tuhaf inanışları ve putataparlıkla alakalı uygulamaları var. Mesela küçük siyah bir odun parçası bulduklarında bir evliyanın ya da atının kalıntısıdır diye ona tapınmaya başlıyorlar…Türkler onları da Kürtler gibi beş para etmez sapkınlar (heretics) olarak görüyor ve hiç umursamıyorlar ve sanırım hepsi açıkça gerçeği [Hıristiyanlığı] kucaklasalar bile o taraftan [Türklerden] ciddi bir güçlükle karşılaşılmaz” ifadeleriyle yer alan Kızılbaşlar, Dunmore’un alandan ayrılmasıyla yerini alan Perry’e 1880’de “Hıristiyan bir uygarlığın parçası olmaları durumunda İmparatorluğun en mükemmel ırklarından olacak bu insanlar halihazırda dini ve ahlaki etkilere pek de açık görünmüyorlar” mektubunu yazdırtır.(2)
3. Amerikalı prostestanların uğradığı başarısızlığın benzerini aynı dönemde Türkçe konuşan Karamanlı Ortodoks Türklere Yunanca öğretmeye çalışan Atina destekli Patrikhane’nin eğitmenleri de yaşar: J.Jonanidis 1914 tarihli salnamenin yazılışı sırasında “Hemşehrilerimizin bazıları, Anadolu dilini terk etmemizi ve bu salnameyi Yunanca yayınlamamızı tavsiye ediyor. Onlara şu soruyla cevap veriyoruz. Yunancayı yeterince bilenler yüzde kaçtır bilmeyenler kaç? Bu türden bir eseri anlamak içinse iyi Yunanca bilmek gerekir. Vaktiyle okullarımızda Yunanca öğrenmiş olanlardan hangisinin aklındadır bunlar?” demiştir.(3)
4. 1778 yılına kadar Kırım’da Kırım hanlığı idaresinde altında yaşayan Urumlar(Türkçe konuşan Ortodokslar), Rus İmparatoriçesi II. Katerina döneminde diğer Hıristiyan topluluklar, Ermeni ve Yunanlılar ile birlikte Kırım’dan çıkarılıp Donetsk havzasında iskan edilirler. Resmi kayıtlarda Grek-Yunanlı olarak adlandırılan Urumlar, kendilerini asla Yunanlı olarak görmemekte ve Yunanlılardan dini inançları hariç tamamen farklı olduklarını açıkça vurgulamaktadırlar. Urumlar kendi aralarında bizces dedikleri dillerini konuşmaya devam ettikleri ve genç kuşaklara aktarmaya başarılı oldukları söylenebilir. Konuştukları dil tam anlamıyla Türkçe’dir.(4)
5. 1990’da Ukrayna topraklarında yaşamakta olan tüm Urum ve Yunanlıları bir çatı altında toplamak amacıyla kurulan ve doğrudan Yunaniştan bağlantılı olan Grek Federasyonu özellikle Türkçe konuşan Urumlar aslen Helen soyundan geldiklerini kabul ettirmeye çalıştıkları, Yunanca öğretip Yunan vatandaşlığına geçirmeye çabaladıklarından federasyon parçalanır(5).
Asimilasyon çabaları yalnızca Ermeniler üzerinde sonuç verir ve onlar da Osmanlı’ya karşı cephe gerisinde terör ve Türk katliamlarına başvurmalarının sonucunu tehcirle öderler. Ne Kızılbaş Türkler ne de adlarına Gagavuz, Urum denilen Türkçe konuşan Ortodokslar asimilasyona cevap verirler. Asimile etme çabası 19. yüzyılda Anadolu’da, 21. yüzyılda Ukrayna’da sonuçsuz kalır.
Anzerlioğlu’nun, düğünleri, oyunları, yemekleri, büyüğe saygı, yardımlaşma, misafirperverlik, türküler, maniler, yaşanılan mekanlar, bugün dahi folklor oynarken ve özel günlerde giyilen kıyafetler ve soy isimlerdeki öz Türkçe isimleriyle Gagavuz ve Müslüman Türklerle ortak nitelikler sergileyen Karamanlı Ortodokslar Türklerin basılı eserlerine ilişkin verdiği bazı detaylar özellikle Aleviler açısından önem taşımaktadır.
Türkçe konuşan Karamanlı Türklerin kendilerine ait olan veya ağırlıkla onlara hitap eden Yunan harfleriyle basılmış eserler arasında din dışı olanlar kategorisinde, Halk Diliyle Atasözleri, Bilinen Köroğlu Hikayelerinden, Nasrettin Hoca hikayelerine ilaveten 1909’da Şah İsmail ve Aşık Garip hikayelerinin yayınlandığı belirtilmektedir.(s.179)
TELLİ KURAN
Aleviliğin yedi ulu ozanından biri olan Şah İsmail Hatai ile birlikte ismi geçen Aşık Garip hakkında internette yapılan ufak bir araştırma 16. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen bu halk şairinin Alevilerin ‘telli kuran’ dediği sazla ilgili KOLUNA BAĞLADIM TELİ adlı şiirini buraya almamızı gerektirdi.
Garip: 1
Koluna bağladım teli
Konuşurdun yetmiş dili
Unuttun mu sazım beni
Konuş sazım benim ile
Saz: 2
Vasf-ı halimden bilmedin
Sen gideli ben gülmedim
Yedi yıl haber almadım
Konuşamam senin ile
Garip: 3
Koluna bağladım perde
Sen uğrattın beni derde
Yedi yıldır Garip nerde
Konuş sazım benim ile
Saz: 4
Sinem duvara yaslandı
Kolumda teller paslandı
Garip ölmüştür seslendi
Konuşamam senin ile
Garip:5
Garip kurbandır soyuna
Sanem'in selvi boyuna
Gidek Sanem'in toyuna
Konuş sazım benim ile
Sez: 6
Kar kuşandı gönül dağı
Çürüdü sinemin bağı
Sanem'in destinde ağu
Konuşamam senin ile
Aşık Garip kendisine küsen sazına dil dökmektedir. Saz ona niçin küsmüştür? Bırakıp gittiği, onu eline alıp türküler söymediği için mi? Peki, nereye gitti acaba? 16.Yüzyıl halk şairi Aşık Garip nereye gitmiş olabilir? Şah İsmail’in ordusuna katılmak için Azerbaycan ya da İran’a gitmiş olabilir mi?
‘Yetmiş veya yetmiş iki konuşmak’ ya da ‘yetmiş iki milleti bir bilmek’ birbirlerinin yerine geçmiş deyimler mi, yoksa iki farklı durumu mu anlatıyorlar? ‘Yetmiş iki dili konuşmak’ tan kasıt nedir diye sorduğumda, Ahmet Yaşar Ocak soruma şöyle karşılık verdi: “Benim bildiğim, yetmiş iki dil bilmekten çok yetmiş iki milleti bir bilmektir. Bu biliyorsunuz genelde tasavvufun bir yaklaşımıdır: Ama yetmiş iki dili bir bilmek deyimindeki dili, bildiğimiz anlamda değil, Farsçadaki "gönül" anlamında düşünürseniz, aynı kapıya çıkar.”
Ocak’ın Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri Başlıklı kitabının Ayin-i Cem’i anlatan 175.sayfasında Menakıbu’l Kudsiye ile Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’den alıntısında yetmiş iki rakamına rastlıyoruz: “…Baba İlyas’ın Amasya yakınlarındaki Çat Köy’üne yerleşmesinden itibaren geçen üç yıl içinde kadınlı erkekli yetmiş iki bin müridi olduğu, bunların birbirlerine karşı asla nefis lezzeti duymadıklarını, bir arada bulundukları halde, birbirlerinin kadın mı, erkek mi olduklarının farkına varmadıkları ifade edilmektedir.”
Yetmiş iki buçuk millet tanımına bir kez de Baha Said’in Türkiye’de Alevi-Bektaşi, Ahi ve Nusayri Zümreleri adlı kitabında rastlıyoruz; “Resmi devlet erkanı Latin, Hırvat, German, Grek, Ermeni, Çerkes, Gürcü, Arnavut vb. yetmiş iki buçuk milletten türemişti. Onlar Türk’ün omuzunda, Türk’ün kılıcında ekmek bulmuşlar ve yine onu tahkire özenmişlerdi. Osmanlı padişahları bu binbir çeşit süt ve kandan türemişti. Türklüğü değil ‘tac ve taht’ ı seviyordu. Ecdadının kendilerine hazırladığı ellerin hudutlarını çizen Türk kemiklerini unutmuşlardı. O kemiklerin fosforuyla ışıldayan taçların elmasları, esirlerin gözleri, şimdi o kana o kemiğe nankör gözle bakıyorlardı.”(s.166)
Aşık Garip yedi yıl ayrı kaldığı sazıyla hitap ettiği yetmiş gönül arasında Karamanlı Ortodoks Türkler de var mıydı?
Konu sazdan açılınca, saza en büyük anlamlardan birini yükleyen, onda şeytanı arayana ‘behey insanın teresi’ diye seslenen 18.yüzyıl halk şairi Dertli’ye ve onun o ünlü taşlamasına değinmeden geçmek olmaz.
Telli sazdır bunun adı
Ne ayet dinler, ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde?
Abdest alsan aldın demez
Namaz kılsan kıldın demez
Kadı gibi haram yemez
Şeytan bunun neresinde?
Venedik'ten gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allahın şaşkın kulu
Şeytan bunun neresinde?
İçinde mi, dışında mı
Burgusunun başında mı
Göğsünün nakışında mı
Şeytan bunun neresinde?
Dut ağacından teknesi
Girişten bağlı perdesi
Behey insanın teres'i
Şeytan bunun neresinde?
Dertli gibi sarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok, kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde?
Karamanlıca eserleri dil bakımından inceleyen J.Eckmann, onu iç gruba ayırır; halk unsurları ile az çok karışık bir yazı dili ile yazılan eserler kategorisinde, yalnızca Karamanlıca yazılanlar içerisinde yardımcı fill olarak edilmek, olunmak yerine olmak ekinin kullanıldığı kelimeler olduğunu belirtir; cem olmak, icra olmak.
Sazını yetmiş dilde konuşturan Aşık Garip ve Şah İsmail Hatai’yi okuyan Türkçe konuşan Karamanlı Ortodokslar kiminle cem olmuştur?
Tekrar Cemal Kafadar’a dönmek gerekiyor;
“Genel olarak, 11-15.yüzyıllar arasında “ iki cihan aresinde” yeni bir medeniyet yaratırken “taş ü toprak aresinde bile yapılan” insanları anlamaktan çok uzağız gibime geliyor. Şöyle bir sahneyi anlıyor muyuz gerçekten: “Kafir iman getirdi Müslüman oldu. Balı çörekle yediler. Ayağa kalktılar, üç kez semah tuttular” Bunları yaşayan insanlar “sekiz uçmak içindeki köydenim” derse, gönüllerinin “ha deyince hayran olduğunu “ söylerse, onlara inanılır elbette. Onların kapısına taşlar da gider, kuşlar da. Zamane insanı kendini çok dilli çok kültürlü olmakla ortaçağlılardan çok daha ileri sayarken aceleci davranıyor galiba. O yüzyılların “kamuoyu önderleri” unutmayalım, “dört kitabı ve yetmiş iki” dili öğreniyorlar büyürken( Melik Danişmend, Sarı Saltuk,vb). Ihlara Vadisi’nde bir duvar resmi vardır, gözümün önünden gitmez: külah giymiş def çalan keşişler. İşte o keşişlerle düşüp kalkan, onlarla İsa’yı Musa’yı tartışan, birlikte ‘caz yapan’ insanlar.”
KAVİMLER GÖÇÜ
Atilla’nın önderliğinde MS 370-375 yılları arasında İdil nehrini geçip batıya doğru yönelerek kavimler göçünü başlatan Hun Türklerinin yerleştiği alanlar Hazar Denizi’nin kuzeyi ve batısı, Karadeniz’in kuzeyi ve batısı ile Balkanlar ve Doğu Avrupa’dır. Yerleştikleri alanlarda ise ister istemez bu bölgeleri yakından izleyen Bizans ile muhatap olmak, gereğinde savaşmak, gereğinde işbirliği yapmak zorunda kalmışlar ve ‘Bizans Oyunu’ denilen yöntemlerin etkisiyle kaybolup gitmilerdir. Anzerlioğlu, kitabında bu Türk kabilelerin ismini tek tek sayar; Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kuman Kıpçaklar. Kitabın 33.sayfasında, 915 yılında imparator Konstantin Porhyrogennetos tarafından oğluna hitaben kaleme alınan ve Bizans siyasetinin el kitabı olarak adlandırılan De Administrando Imperio (Devlet İdaresi) adlı eserde imparator Peçeneklerle barış yapmanın faydalarından bahseder .
“ Peçeneklerle barış içinde olmak onlarla dostluk anlaşmaları imzalamak, her yıl hediyelerle birlikte diplomatik heyetler göndermek Roma İmparatorluğu’nun lehinedir. Aynı şekilde onlardan gelen heyetleri tanrının koruduğu bu şehirde… denetim altında tutmak ve İmparatorluğu’nun yararınadır…Roma İmparatorluğu Peçeneklerle barış içinde olduğu sürece ne Ruslar ne de Türkler(Macarlar) Roma topraklarına saldıramazlar, barış bedeli olarak büyük miktarlarda para alamazlar. Çünkü onlar Roma İmaparatorluğu’nun kendilerine karşı çevirebileceği bu milletin gücünden korkarlar. Çünkü Peçenekler, eğer imparatorluğa barış içindeyseler ve hediyelerle kendi tarafına kazanılmışlarsa, Rusların ve Türklerin (Macarların) ülkelerine saldırıp kadın ve çocukların esir edip ülkelerini harabeye çevirebilirler ”
Türkleri ‘Bizans oyunu’ ile birbirine karşı kullanan, savaştıran, asimilasyonla hıristiyanlaştıran Doğu Roma İmparatorluğu batıya doğru yola çıkan başka bir Türk kavmin, Oğuz Türklerinin elinde son nefesini verir. Oğuz Türkleri Bizans’ı ortadan kaldırırken Türk akrabalarının intikamını almış olduklarının farkında mıdır? Soruyu tersten sorar isek, 1453’de son nefesini veren, 1919’a kadar bizim öyle sandığımız Bizans bunları unuttu mu?
Unutmadığını, Amerikalı protestan misyonerlerin Gregoryanlar ile başlayıp Kızılbaşlara da varan misyonerlik faaliyetlerine paralel olarak doğrudan Atina’ya bağlantılı olan Ortodoks Rum din adamlarının Türkçe konuşan Türk asıllı Ortoksları Helenleştirme çabalarından anlaşılıyor.
İlber Ortaylı bazı Bulgar ve Hıristiyan Arnavutlar ile Anadolu’nun Karamanlı denen Türk asıllı Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanlarının tarihlerini Helen olarak kapamak zorunda kaldığını yazar, COGİTO’ya 1999’da.
MÜBADELE
Bu nasıl oldu? Bu insanlar nasıl Helenleşti? Cevabı bulmak için 1924 nüfus mübadelesine gitmek gerekiyor. Anzerlioğlu’nun kitabının 285.sayfasına dönmek gerekiyor.
“…Anadolu’nun orta bölgesinde yüzyıllardır Müslüman Türklerden sadece dini açıdan farklılık sergileyen ve aslen kendilerinin Türk olduklarını beyan ile bunu gerek adet, gelenek ve görenekleri ve gerekse tarihi veriler ışığında ortaya koyarak Anadolu’da yaşamakta olan Rum Ortodoks nüfustan farklı olduklarını ve onlarla bir tutulamayacaklarını vurgulamaya çalışsalar da, sonuçta Ortodoks Türkler de bu zorunlu nüfus mübadelesine tabi tutulmaktan kurtulamamışlardır…”
Ruhani liderleri Papa Eftim önderliğinde Anadolu’nun işgali sırasında Yunan kuvvetleriyle işbirliği yapan Fener Rum Patrikanesi’ne karşı çıkıp Mustafa Kemal’in yanında yer alan, bunun neticesinde Fener’den kopup kendi patrikliğini kuran Ortodoks Türkler, Lord Curzon’un 12 Aralık 1922’de, Türk Ortodoksları kast ederek sayıları 50.000’i bulan Osmanlı Rumlarının Anadolu’da kalacağını belirtmesine ve buna cevaben İnönü’nün 31 Aralık 1922 tarihli açıklamasında “Türk Ortodokslarına gelince, bunlar her hangi bir konuda Müslüman yurtdaşlarının yararlandığı işlemden başka türlü bir işlem görmeyi hiç bir vakit istememişlerdir; böyle bir istek ileri sürmeleri de asla beklenmeyecek bir şeydir ” demesine rağmen mübadeleden, Yunanistan’a gönderilmekten kurtulamazlar.
Neden?
Anzerlioğlu, Papa Eftim ve yakın ailesinin onlara mahsus bir düzenlemeyle Yunanistan’a gönderilmekten kurtulduğunu belirtir.
Ya gönderilseydi?
Gönderilip de orada Mustafa Kemal’ın yanında yer aldığı için yargılasaydı, idama mahkum edilip cezası infaz edilseydi?...
Anzerlioğlu, Başbakanlık Osmanlı Arşivini, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivini, Amerikan Milli Arşivini ve yayınlanmış belgeleri inceler, ancak “NEDEN GÖNDERİLDİLER” in cevabını bulamaz.
Bulamaz mı, yoksa bulup da yazamaz mı?...
Papa Eftim ile akrabalığı bulunan, Selanik’te yaşayan Anastasia Hacıtedoridou Yunanistan’a geldiklerinde kendilerine hor bakıldığını söyler ve ekler…
“ Yunanistan’ı biz yükselttik. Ustalık mı dersin…zanaatçılar…Bir yandan kıskanırlardı. Korktular. Aman bunlar ekmeğimizi elimizden alacaklar. Zenginlik getirmedik ama zanaat zenginliği getirdik Benim babam mülklerinizi satın çocuklarınızı okutun, derdi. Ne yapacaksanız yapın çocuklarınızı okutun. Yalnız okumaylan Yunannistan’I elimize alacağız “
Rumca bilmeyen Ortodoks Türklere hor bakılır, aşağılanır, Türk tohumu anlamında Türkosporoi diye adlandırılır, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığı 25 Mart’ta düzenlenen kutlamalarda dedelerinin eski elbiseleri alınıp Türkü simgeleyenlere giydirilir.
1923’de Türkiye’nin nüfusu 13 milyondur. Ortodoks Türkler ise yaklaşık 50 bin. Nüfusun binde 38’i kadarlar. 2007 itibariyle nüfusumuz 70 milyon, kalsalardı Ortodoks Türkler 270 bin kişilik bir nüfusa sahip olacaklardı. Yani, Türk Ortodoks Patriği’nin 270 bin ikişilik bir cemaati olacaktı.
MÜBADELEDE BİZ NELERDE ISRAR ETMİŞTİK?
1. Türk uyruğu Rumların İstanbul’dan çıkarılması,
2. Son üç yıl içinde Türkiye’ye karşı düşmanca davranışlar içinde bulunan Rum derneklerinin ve birliklerinin İstanbul’dan çıkarılması,
3. İstanbul Rumlarına tanınan ayrıcalıktan yalnızca Beyoğlu, İstanbul ve Üsküdar Rumlarının yararlanması,
4. Evrensel Patrikliğin bütün kurulları ve organlarıyla İstanbul’dan uzaklaştırılması.
Yalnızca dini konularda faaliyet bulunması kabul edilen evrensel patriklik yerinde kalır. İkinci maddenin yerine getirilmesini Yunanistan kabul eder. Diğerleri ise zamana bırakılır.
Karamanlı Ortodoks Türkler’in en çok söylediği ve hemen hemen herkesin bildiği türküler Konyalı ile Çanakkale İçinde Vurdular Beni’dir. Anonim bir kahramanlık türküsüdür Çanakkale İçinde Vurdular Beni.
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Of gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara gömdüler beni
Of gençliğim eyvah!
Yakın bir zamanda Moskova’da düzenlenen fuardaki Türkiye standını ziyaret eden ve hristiyan olduğundan çekinerek yaklaşan Gagavuz Türkü muhabbet uzayınca ‘Size bir Türkü okuyayım mı?’ deyip ayağa kalkar ve ...
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin milletin bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk'ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Al da bayrağın düşman üstüne
Cephede süngüler ayna gibi parlıyor
Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor
Arş arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk'ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Al da bayrağın düşman üstüne
Parlayan yıldızın alemi tenvir eder
Cumhuriyet bayrağı semalar içre süzer
Arş arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk'ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Al da bayrağın düşman üstüne
Gagavuz Türkü’nün düzenlemesi Muzaffer Sarısözen’e ait Azeri türküsünü okuyup dinleyenleri göz yaşına boğması, aradan neredeyse bir asır geçmesine rağmen Yunanistan’a zorla yolladığımız Ortodoks Türklerin Çanakkale türküsünü söylemesi nasıl yorumlanmalı?
Oğlan oğlan kalk gidelim
Oğlan da oğlan kalk gidelim
Cıgarayı feneri yak gidelim
Cıgarayı feneri yak gidelim
Ne güzel oğlan, boynuma dolan
Ne güzel oğlan, boynuma dolan
Sezen Aksu, Hadise’nin 2008’de Türkiye’yi kasıp kavuran DELİ OĞLAN şarkısındaki ‘ hadi deli oğlan, hadi belime dolan’ nakaratını yazarken yukarıda bir bölümü verilen, Karamanlı, Gagavuz ve Anadolu Türkleri’nde ortak olan Yalabık Çoban türküsünden mi esinlendi?
Kayseri Çukur köylü Sultan Arslanoğlu, 2.10.2000 tarihinde Karditsa-Kapadokiko’da yapılan söyleşide; “ gelirlerdi bizim oraya. Unaşı yirlerdi, çaman yirlerdi, hoşaf yirlerdi. Orda ayrı yoğudu. Bu kapı Müslümandı…şo kapı benimdi. Çocuğu mocuğu ağladı mıydı birbirlerine gidip emziriyorlardı. Orda olsam ben de yapardım belki…” diye anlatır Yonca Anzerlioğlu’na.
Atina’daki büyükelçiliğimizde çalışan bütün diplomatlar, gitmeden önce Yunanlılara karşı dostça bir tavır içindedirler. Ancak, dört yıl kalınca tavır ve bakışları değişir, hepsine nefret hakim olur.
“ Bu kapı Müslümandı…şo kapı benimdi. Çocuğu mocuğu ağladı mıydı birbirlerine gidip emziriyorlardı. Orda olsam ben de yapardım belki…”
deki ‘Müslüman’ kelimesinin yerine ‘Hıristiyan’ yazalım.
“Bu kapı Hiristiyandı…şo kapı benimdi. Çocuğu mocuğu ağladı mıydı birbirlerine gidip emziriyorlardı. Orda olsam ben de yapardım belki… “
Türkçe konuşan Ortodoks Türkler çoklukla Müslümanlar ile birlikte yaşıyorlardı; Kayseri Çukurköy, Sivas-Kayseri yolu üzerindeki Karacaören, Nevşehir Başköy…
NEJAT BİRDOĞAN’dan(6)…
2001’de aramızdan ayrılan Nejat Birdoğan’ın ‘Anadolunun Gizli Kültürü: Alevilik’ adlı kitabının Oğuzlar Anadolu’da başlıklı bölümünde, Hacı Bektaş’ın Vilayetnamesi’ndeki ‘Rum fethi üç kez oldu ey aziz’ satırından yola çıkarak Anadolu (Rum)’ya Oğuz akınlarının 963-965 yılları arasında başladığını belirtir.
“İki yüz yıla varan göçler Anadolu’da sağlam, erimeyen ve çözülmeyen bir Oğuz kütlesi bıraktı. Bu nedenle Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklu İmparatorluğu parçalanırken kurulan Anadolu Selçuklu devleti, oldukça sağlam temellere dayanıyordu…(s.42)
…Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kurulan Türkmen beylikleri şunlardı: Artuklular (Mardin, Hısn-Keyfa, Harput ve sonra Amid), İnallılar (Amid), Toğan-Araslanoğullları (Bitlis-Erzen), Saltuklular (Erzurum), Mengücüklüler (Erzincan)…(s.42)
…Ön Asya’ya gelen bu Oğuzlar, kültürlerini bu nedenle yarı Müslüman inançlarından, yarı da Türk geleneklerinden seçmişlerdi. Ancak, göçebeler, bu İslam kurallarının kendilerine uygun olanını alıyor, işlerine gelmeyenleri önemsemiyorlardı. Örneğin, namaz kılmıyorlardı. Buna karşılık Şaman geleneklerinden olan içki olayı yaşıyordu. Türkiye’nin güney bölgesinde 11. ve 13.yüzyıllarda Arap unsurları güçlü idi. Bu nedenle, buralardaki Türklerin dili Araplaşıyordu…(s.45)
…Anadolu’ya gelen Oğuzların ve (yerleşik) Selçukluların yanı sıra, yeni topraklara İranlı Tacikler de geldi. Bunlar kısa sürede sayıca Arapları geçtiler. Bu Tacikler, ırk olarak İranlı(Fars) idiler. Öyle ki, bu durum Mevlana’da bile “Tat, Rum ve Türk” diye geçiyordu. Giderek iç karışıklıklarda ve uçlardaki Türklerin üzerine gönderilen Selçuklu askerinin içindeTacikler çoğunluğu alıyordu…(s.46)
…O dönemin tarihçisi Aksaraylı Kemaleddin Mahmut, Türkler için “Hunhar köpek ve kurt gibidirler. Fırsat bulurlarsa yağma ederler. Düşman güçlü ise kaçarlar” dmektedir. Gerek bu etmenlerin, gerekse sahipsiz kalan Türkmenlerin bir kesimi Moğollar geldiğinde Farslaşmış bulunuyordu. Senceri, Tülek, Salgur, bir kesim Ağaçeriler hep böyle idiler. Mezopotamya’daki Bayatlar Araplaşıyor; Şul, Kücat, Halaç, Ilaç, Avşar, Beğdeli uyrukları ise Kürtleşiyordu. Bu iki-üç kuşak boyunca tamamlanıyor ve güzelim Türkçeden iz kalmıyordu. Bu durum, Hıristiyanlığa karşı böyle olmuyordu. Bu da Hıristiyanlığa tepeden bakmanın, onu beğenmemenin sürekliği ile açıklanabilir….(s.46)
…Sünni olmayan tarikatların şeyhleri, dervişleri tekkelerini Anadolu’da terk edilmiş ya da güçsüzleşmiş manastır ve kiliselerin yerine veya yakınlarına kuruyorlardı. Bundan amaç, eski dinin yöreyi etkilemek için kullandığı yöntemleri olduğunca kullanıp o din veya tarikatların yerine geçmekti. Bu oldukça doğru sonuçlar Verdi. Bu yol gösterici dervişler, yeni yerlerinde buldukları Hıristiyan söylencelerini, kendi yorum ve eklerini katarak İslam kılığına sokuyor ve yore Hıristiyan halkına etki edip onların gönüllerini kazanıyorlardı..”
Cemal Kafadar ne demişti?
Şöyle bir sahneyi anlıyor muyuz gerçekten: “Kafir iman getirdi Müslüman oldu. Balı çörekle yediler. Ayağa kalktılar, üç kez semah tuttular”
Sanırım anlıyoruz.
İman getiren o kafir, Türkçe konuşan Ortodokslar idi.
Kafir müslüman ile aynı dili konuşuyordu. Çünkü onlar ayin-i cem’ e katılmış, kafirin kullandığı deyimle cem olmuşlardı. Balı çörekle, yani ekmekle yediler ve kalkıp semah döndüler.
Semah ayin-i cem’in bir parçasıdır. Dertler anlatılır, sorunlar çözülür. Cem, Türklerin islam öncesi inançlarındandır ve bugün Alevilerin ibadetidir. Cem’in dili Türkçedir. Şah Hatai’yi, Aşık Garip’i Yunan harfleriyle basıp okuyan, Ç, Ş, Ü, Ö, İ gibi türkçe karakterleri alfabeye dahil eden Ortodoks Türkler’in Müslüman komşuları günümüzün Alevileri, geçmişin Babaileri, Kızılbaşları idi.
Ancak, onlar birbirlerinin çocuklarını emzirirlerdi. Çünkü onlar, yetmiş iki milleti bir biliyorlardı.
Bu nedenle mi, istemedikleri halde zorunlu göçe tabi tutuldular?
“ Bıktık artık sizden (Yunanlılar için söylüyor) 75 senedir bıktık artık sizden, yeter artık, biz orada doğduk, orada büyüdük, bir kardeş gibi büyüdük” Anastasia Hacıteodoriou, Selanik, 27.10.2000
Yukarıdaki açıklama, İlber Ortaylı’nın iddiasının aksine Ortodoks Türklerin Helenleşmediğini gösteriyor.
Hasan Ali Eldem
Odatv.com
Dipnotlar
1. İlber Ortaylı, COGİTO Osmanlı Özel Sayısı
2. Ayfer Karakaya Stump, Alevilik Hakkındaki 19. Yüzyıl Misyoner Kayıtlarına Eleştirel Bir Bakış ve Ali Gako’nun Öyküsü
3-4-5. Yonca Anzerloğlu, Karamanlı Ortodoks Türkler
6. Nejat Birdoğan, Anadolunun Gizli Kültürü: Alevilik